Eğer bir mahkeme başkanı “Şiir ayağa kalk” derse, şiir buna ancak güler. Çünkü şiir, tarih boyunca, her çağda ve her coğrafyada hep ayaktadır, hep ayakta olmuştur. Buna karşı muktedirler her zaman şiirden korkmuş, şiiri yasaklamaya, şairi cezalandırmaya çalışmışlardır. Elbette bunun ideolojik/toplumsal nedenleri var ve muktedirler, korkmakta (kendilerince) haklı sayılırlar. Çünkü şiir, eğilmez, bükülmez, boyun eğmez. Şair de öyle.
Şiirimizin yaşayan en önemli şairlerinden Ahmet Telli’ye, 2017 yılında katıldığı bir basın açıklaması esnasında okuduğu şiirinden dolayı “terör örgütü propagandası” kapsamında verilen 10 aylık hapis cezası, şimdilik, bu anlayışın son örneği oldu. Elbette bu ceza ne ilk ne de son. 1600’lerde Niyazi Mısri’yi, derken Keçezizade İzzet Molla’yı, Namık Kemal’i, Nazım Hikmet’i ve daha nicelerini zindanlara kapatan, sürgüne gönderen anlayışın devamıdır bu. Ahmet Telli, Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP)’nin merkez Yürütme Kurulu Üyesi Ulaş Bayraktaroğlu’nun Suriye’de öldürülmesinin ardından düzenlenen basın açıklaması esnasında. “Dövüşen Anlatsın’ adlı kitabından söz etmiş, ardından 39 yıl önce yayınlanmış, bugüne kadar onlarca baskı yapmış olan “Belki Yine Gelirim” adlı kitabında yer alan ‘Kayıp Adresteki I’ adlı şiirini okumuştu. Şiirden alıntılar yapmak yerine, tamamını aşağı almak istiyorum. Çünkü, bir metnin içindeki cümleleri cımbızlayarak oluşturulan patchwork’lerin algı oluşturmakta kullanıldığına rastlıyoruz uzun zamandır. Son dönemlerde montaj videoların da iktidar aygıtları tarafından kullanıldığına hatta yargıda delil olarak kabul edildiğine şahit oluyoruz. İşin özü, o dizeyi niye aldın bu dizeyi neden almadın denmesin diye, tamamını paylaşıyorum bu güzel, lirik, duyarlı şiirin. Varın suç unsurunu siz bulun.
KAYIP ADRESTEKİ / I
Sen dostumdun benim, gülünce güneşler açardı
Su gibi azizdin, yurdumdun, alnında ateşler yanan
Işıklı bir ırmak gibi aktığımız o uzun yürüyüş
Daha dündü sanki, her patlayan sağanak bunu anlatır
Fabrika düdükleri bunu anlatır bana her vardiyada
Hazırladığımız ilk taş baskısı afişi anımsar mısın
Bükülüp giden kent sokaklarını, fabrika önlerini
Sonra kitapları (kokuları hala burnumda onların)
Hangi mayısta taşıdık kentlere küllerin rengini
Gerçi gülistan olmadı ömrümüz, gam değil
Belki tanırdın ilk vurulanı, o gün hiç ağlamadık
Hayır ağlamadık, çıldırdık o gün çıldırasıya
Adını çocuklarımıza verdik onun, çoğaldı
Mezarlar çoğaldı o günden sonra, yetişmedi bize
Öldürülecek kadar büyümüştük, öyle demişlerdi
Ve hayat öylece akıp durdu işte, akıp duruyor
Kimilerinin bakışlarına yine karlar yağmış
Saçları dumanlı bir geçit sanki, dudakları lâl
Kitap yakanlar eksilmiyor, şu uçuşup duran
Kırlangıç ölülerini görüyor musun kentin üstünde
Sen dostumdun benim, gülünce güneşler açan
Bulutlara, rüzgara asarım suretini her akşam
Her akşam bir mektup yazarım dağlar kadar
Kayıp bir adresten geliyor sesin şimdi, üşüyorsun
Unutma dostumsun sen, neredeysen orada ölmek isterim.
DÜŞ GÜCÜ ALTERNATİF BİR İDEOLOJİDİR
Gelelim asıl soruya; muktedirler şiirden neden korkar? Elbette bu sorunun cevabı, şiirin metaforik anlatımı ve düş gücünü harekete geçirebilecek, tetikleyici bir yapıya sahip olmasıdır. Şiirin ideolojik işlevinin net biçimde ortaya koyulması, ilk kez İngiliz şair Percy Shelley’in 1821’de yazdığı, ölümünden sonra, 1840’da yayınlanan “Şiirin Bir Savunması (A Defence of Poetry)” adlı yazısıdır. Shelley önemli bir iddiada bulunur bu yazıda: “Şairler dünyanın tanınmayan kanun koyucularıdır.” Bununla kalmaz, şairlerin güç alanını şöyle genişletir:
* Şairler, bir sivil toplum ahlâkı oluştururlar.
* Yasal normlar oluştururlar.
* Böylece, bir topluluğu oluşturan diğer tüm oluşumlara zemin hazırlarlar.
* Şairler, ahlâkın ve medeni kanunların yaratıcıları ve koruyucularıdır.
* Şairler olmasaydı, bilim insanları ne teorilerini ne de icatlarını geliştirebilirlerdi.
* Şairler ahlâkı tanıtır ve sürdürürler.
* Şairlerin sosyal işlevi veya faydası, bir toplumun normlarını ve adetlerini yaratmaları ve sürdürmeleridir. Bu şekilde yaratılan adetler de yasalar halinde kodlanmış olur.
Sadece İngiltere’de değil, birçok ülkede tartışma yaratır bu yazı. Shelley sayesinde, şiirlerin mekanik ve akılla hesaplanmış yapıtlar olmadığı, bir yaratıcılık ürünü olduğu ve “kendiliğinden” oluşma özelliği bulunduğu ortaya çıkmıştır. Böylece, düş gücü, tarih boyunca ilk kez “alternatif bir ideoloji” haline gelmiştir. Bu da, şiirin, gizemli ve kolay kolay kontrol altına alınamayacak organik bir örgütlenme biçimine dönüşme tehlikesinin bulunduğu kuşkusu doğurur yönetici sınıflarda. Tery Eaglaton’ın, “Şiir sözcüğü artık teknik bir yazım tarzı anlamına gelmez. Şiir, derin toplumsal, felsefi ve politik bir anlama bürünmüştür. Bu yüzden de yönetici sınıfların şiir sözünü duyar duymaz silahlarına sarılması işten bile değildir,” demesi bundan.
Roman, öykü gibi kurmaca yapıtları kontrol altına almak konusunda, muktedirlerin işi biraz daha kolaydır. Kurmaca bile olsa, düzyazı daha doğrudan bir anlatıma; şiir ise, içerdiği imge ve metaforlar sayesinde, alternatif bir ideolojiye dönüşebilme ihtimalini barındıran bir düş gücü örgütlenmesine sahiptir. Bu düş gücünü kontrol altına almak ve gizemli bir şekilde, organik örgütlenmeye dönüşüp dönüşmeyeceğini önceden tespit etmek neredeyse mümkün değildir.
George Sampson adlı bir araştırmacı, 1921’de yazdığı “English for English” adlı kitabında, Viktorya döneminde okullara dağıtılan “Edebiyat Öğretmenleri El Kitabı”nı incelemiş. Öğretmenlere verilen tavsiyeler (aslında direktifler) epey ilginç: “Edebiyat, sınıflar arasında sempati ve dostluk duygusu yaratmaya yaramalıdır. İnsanın günlük iş yaşamındaki sis ve dumanın, gürültülü karmaşa ve kargaşanın dışında, herkesin buluşup üzerinde konuşabilecekleri dingin ve aydınlık bir hakikat bölgesi oluşturmalıdır.” Yani açık açık, öğrencilerinize, işçi sınıfının gündelik hayatta yaşadığı sis, duman, karmaşa ve kargaşayı unutturacak edebiyat eserleri okutun deniyor. Sınıflar arasındaki dingin ve aydınlık hakikat bölgesi de şu olsa gerek: Fakir oğlanla zengin kızın aşkı mutlu sonla bitebilir, bir işçi çocuğunun başına öyle bir talih kuşu konar ki, bir anda zengin bir kapitaliste dönüşebilir. Siz kapkara bir hayat yaşıyorsunuz ama çok da takmayın, dünya pespembe bir yerdir aslında!
Yine Viktorya döneminde, 1891 yılında yazılmış, devlet tarafından edebiyatı dönüştürme, uysallaştırma çabalarının nasıl uygulandığını gösteren bir belge daha: “İşçi sınıfının çocuklarıyla bazı manevi değerler paylaşılmazsa, bu çocuklar ilerde bizi tehdit ederek maddi değerlerin paylaşılmasını isteyebilirler.”
Buradaki anlam çok daha açık: Eğer kitlelere onları oyalayacak birkaç roman vermezsek, barikatlar kurarak bizim mal varlıklarımızı elimizden almaya kalkabilirler.
Şiire gelince konu çetrefilleşiyor. Uçarı ve elle tutulamaz bir şeydir şiir. Şiirlerin hangilerinin yasaklanıp hangilerinin çocuklara tavsiye edileceği kolaylıkla anlaşılamaz. Ayrıca, Shelley’in tespiti doğruysa, şairler gerçekten de dünyanın tanınmayan kanun koyucularıysa, iktidarların işi daha da zorlaşıyor demektir. Çünkü tarih boyunca kanun koyucular hep muktedirlerdir ve kanunlar tüm coğrafyalarda, imtiyazlı sınıfları imtiyazsız halk kitlelerine karşı korumak amacıyla yapılmıştır. Şair, alternatif bir kanun koyucuysa eğer, bu, muktedirlerin kanununa şirk koşmaktan, ‘al gülüm ver gülüm’ düzenine çomak sokmaktan başka nedir ki?
Şimdi, Ahmet Telli’nin bu şiirinde ne var ki, diye düşünenler bir daha düşünsün. Muktedirlerin denetleyemeyeceği bir düş gücü zenginliği var. Öyleyse, işin ucu nereye varır bilemeyiz, biz yine de suçlu bulalım şiiri, tedbiri elden bırakmayalım, diye düşünülmüştür muhtemelen. İki yıl önce Facebook’ta Divan şairi Sünbülzade Vehbi Efendi’nin 300 yıl önce yazılmış “Rücu” adlı şiirini paylaşan bir gazeteci yazarın ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ten cezalandırılması da aynı mantığın eseri. Bu, aynı zamanda şiirde zamanaşımı olmadığı anlamına da geliyor. O yüzden, dün yazılan şiir bugünün muktedirini, bugün yazılan yarının muktedirini korkutur. Çünkü her şiir gençtir, evrenseldir ve zaman ötesidir.