Sürgün meselesine dair Edward Said’in ‘Kış Ruhu’ isimli denemesinde çarpıcı bir tespit vardır: “Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, zorla açılmış benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz bir gediktir: Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. Tarihin ve edebiyatın, sürgünü insanın hayatında kahramanca, romantik, şanlı ve hatta muzafferane sayfalar açan bir durum olarak betimleyen hikâyeler barındırdıkları doğrudur. Ama bunlar hikâyeden, yabancılaşmanın kötürümleştirici hüznünü alt etme çabasından ibarettir. Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır.”(1)
Bu derin ve acılı sunuşa eklenecek çok az söz vardır. Sürgün denen “acılı şey”, bir tür “yersizlik-yurtsuzluk” yaratır. Sürgün hayatı kültürel, dilsel ve ideolojik bir yıkımı da beraberinde getirir. Ülkesinden uzakta olmak, kültüründen, dilinden, hatıralarından, hafızasından uzakta olmak demektir.
Kısa süre önce saldırıya uğrayan ve ağır yaralanan Salman Rüşdi de bunlardan biridir. Yakın zaman önce New York’ta katıldığı bir etkinlik sırasında bıçaklanan yazarın o an aklından neler geçtiğini bilmek zor. Belki hiçbir yere ait olamama, hiçbir dine ait hissedememe, hakkındaki ölüm fetvası, yazdığı kitapları, aldığı ölüm tehditleri, son otuz yılda değiştirdiği on bir ev, ülkesinde bile yasaklanan eserleri vardı. Belki de bunlardan hiçbiri yoktu. Bir makalesinde ‘Geceyarısı Çocukları’ ile ilgili yazdıkları, yaşadıklarını özetler gibidir: “Geceyarısı Çocukları, tarihin bize sorduğu büyük soruya yanıt arayan bir tarih romanıdır: toplum ile birey, makrokozmos ile mikrokozmos arasındaki ilişki nedir? Başka bir deyişle: tarihi biz mi yapıyoruz, yoksa tarih mi bizi yapıyor (ya da bozuyor)? Zamanımızın efendisi miyiz yoksa kurbanı mıyız?”(2)
Tarih yaratmaya çalışırken tarih olmak, yazmaya çalışırken başka bir kalemin ucunda yazılan olmak, yazdığı karakterlerin yazgılarının bir benzerini yaşamak yukarıdaki soruya cevap veriyor sanki. Rüşdi için zamanının efendisi olmaya çalışırken, kurbanına dönüşmesi böyle bir şey olmalı. Her ne kadar ‘Şeytan Ayetleri’yle konuşulan, tartışılan bir yazar olsa da dünya edebiyatı onu öncesinde büyülü gerçekçi formuyla yazdığı ikinci romanı ‘Geceyarısı Çocukları’yla tanıdı. ‘Geceyarısı Çocukları’, 15 Ağustos 1947 gecesinde doğan 1001 çocuktan biri olan Salim Sina’nın hikâyesini anlatır. 1001 çocuğun doğduğunu söylemesi hem Doğu’nun masal dünyasına bir gönderme yapar hem de devam eden bir yazgıya işaret eder. Yani 1000 rakamı tamamlanmışlığı, 1001 ise sürekliliği ifade eder. Ülkesinin yaşadığı ve yazdığı tarihin süreklilik durumunda olduğuna dair bir vurgudur bu. Hindistan’ın yeni Başbakanı Nehru, bağımsızlık gecesi doğan Salim Sina’ya basında ilgi odağı olması nedeniyle bir mektup yazar. Salim Sina’nın koku duyusu gelişkindir ve kendisi gibi aynı gece doğan bu çocuklarla arasında güçlü bir bağ vardır. Bu üstün özelliği sayesinde Hindistan’ın geçmişine yolculuk yapar. Salim bu özelliğiyle hem ülkesinin sömürge hem de sömürge öncesi dönemine tanıklık eder. Salim Sina’nın hayatı bir toplumun yaşamına, gelişimine, değişimine ve trajedilerine ayna tutar.
Kitabın yazılış serüveni, hazırlık çalışması en az kitap kadar ilgiyi hak ediyor. Bunun için özel metinlerle hesaplaşan bir roman yazmak istediğini daha ilk anda belli ettiğini söylemek mümkün. The Guardian’a yazdığı bir makalede Thomas Mann’ın ‘Buddenbrooks’u, Miguel De Cervantes’in ‘Don Kişot’u Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sı, Tolstoy’un ‘Anna Karanina’sı, Nikolay Gogol’un ‘Ölü Canlar’ı, Laurence Sterne’ın ‘Tristram Shandy’si, Charles Dickens’ın ‘Kasvetli Ev’i, François Rabelais’in ‘Gargantua ve Pantagruel’isi ve daha pek çok metin üzerinde araştırma yaptıktan sonra ‘Geceyarısı Çocukları’nı yazdığını söyler. Tabii ki bu yazarlar ve kitaplarla sınırlı değildir listesi, büyülü gerçekçi roman geleneği hakkında derinlemesine araştırmalar yapar, okunması gereken ne kadar metin varsa okur. Rüşdi hem kendi toplumunu hem de yaslandığı geleneği öğrendikten sonra metnini kaleme alır. Bütün bu çalışmayı yapmasındaki maksat Batı’nın kibirli, üstten bakan romancılık anlayışına Üçüncü Dünya edebiyatından bir pencere açmak ve açılan bu pencereden o metinlerle hesaplaşmaktır. Burada Batı’nın roman formunu kullanmak ve Batılı yazarların metinlerine yaslanarak bir edebiyat yaratmak çelişkili görünebilir, belki de yalınızca bu nedenle İngilizce yazmaya karar vermiştir. Çünkü başka türlü bir hesaplaşma imkânı bulamayabilirdi. Dolayısıyla büyülü romanına hazırlık aşamasında hangi dilde yazacağı da en az yukarıdaki metinler kadar önemli hale gelir Rüşdi için. Bu konuda The Guardin’a yazdığı makalede şunları söyler:
“Dil sorunu, ‘Geceyarısı Çocukları’nın merkezinde yer aldı. Daha sonraki bir roman olan ‘Ayakların Altındaki Toprak’ kitabımı Bombay sokaklarında kullanılan Hintçe, Urduca, Gujarati, Marathi ve İngilizce karışımı bir dil olan ‘Hug-me’ kısaltmasını kullanarak yazdım. Bu beş ‘resmi’ dile ek olarak, Hindistan’ın başka hiçbir yerinde kimsenin anlamadığı, şehrin kendine özgü argosu Bambay’ice de var. Açıktır ki okunabilirliği amaçlayan hiçbir roman Hug-me veya Bambay’ice ile yazılamaz.”(3)
Yukarıdaki sözlerden de anlaşılacağı üzere farklı dillerin ortasında kalmış, hangi dilde yazacağına karar veremeyen bir yazar görürüz. Bu dillerden herhangi birisini neden tercih etmediği sorgulanabilir. Edward Said gibi ona hak veren yazarlar olduğu gibi Ngugi Wa Tiongo gibi şiddetle karşı çıkanlar da vardır. İlginç olansa her iki tarafın da haklı olduğunu düşündüren gerekçelerin varlığıdır. Said’in, Rüşdi’yi daha büyük bir şeyin parçası gibi görmesi ve dil ile ilişkisini bu minvalde değerlendirmesi dikkat çekicidir.
“Hintli olmasına rağmen İngiltere’de yaşayan Salman Rüşdi. Onun durumu, göçmenlikle ve sürgünle ilgili; fakat o, aslında sırf bir birey olmanın ötesinde daha büyük bir şeyin parçası. O, bir dünya dilinde yazabiliyor ve o dili, otorite ve tahkim kaynaklarına karşı kullanabiliyor. Dolayısıyla bu, gerçekten üzerinde durmaya değer bir şey.”(4)
Üstelik Said, Rüşdi’nin eserlerinde anlattığı Hindistan’ın bir sömürge toplumu olduğunu bilerek yazar bu sözleri. Said’in bu konuda eleştirel davranmamasının nedeni kitabın gücüdür. ‘Geceyarısı Çocukları’ Joseph Conrad’ın ‘Nostromo’da, ‘Karanlığın Yüreği’nde yaptığını ters yüz ederek, bir adım ileriye taşır ve her şeyin Batı’dan bakıp anlaşıldığı gibi olmadığını anlatmaya çalışır. Üstelik dünya savaşları sonrasında, Batı Avrupa merkezli edebiyat ortamı roman türüne dair şu çarpıcı tespiti bulunduğu esnada yapar bütün bunları: “Roman öldü.”
Öyle ki o yıllarda Batılı metinlerde ve sinemada önyargılı bir “Doğu imgesi” yaratılmıştır bile. Bu düşüncenin kırılması zorken, ‘Geceyarısı Çocukları’nı yazar Rüşdi. Nitekim yukarıda adı geçen pek çok yazarı ve eserini çalışmasının nedeni budur. Hatta bu çalışmanın izlerini o metinlerde görmek mümkündür. Salim Sina, Don Quijote’yi, yarı akıllı arkadaşı Padma da Sanço Panzo’yı temsil eder. ‘Geceyarısı Çocukları’nın ilk yüz sayfası Salim Sina’nın doğumdan öncesini anlatır. Bu kısımda anlatılanlar Tristram Sandy’den izler taşır. Kitabın ilk yüz sayfasında Hint toplumuna dair çok şey anlatılırken, diğer yandan hiçbir şey anlatmaz. Akla Stern’ın, ‘Tristram Sandy’nin bir bölümünün sonundaki sözleri getiriyor: “Okurumun şimdiye dek hiçbir konuda hiçbir şeyi tahmin edememiş olmasının sorumluluğu büyük oranda bana aittir. Ve, bu açıdan Efendim, ben öyle iyi, öyle özel bir mizaca sahibimdir ki, eğer sizin bir sonraki sayfada karşınıza ne çıkacağı konusunda en küçük bir fikir, bir varsayım öne sürebileceğinizi düşünsem,- onu kitabımdan derhal söker atardım.”(5)Yani kitabın ilk yüz sayfasında hem çok şey anlatılmış hem de hiçbir şey anlatılmamıştır; tıpkı Hint toplumunun ele avuca sığmayan kaotik yaşamı, tahmin edilemez yarını gibi. Rüşdi ve onun gibi yazarların “Üçüncü Dünya edebiyatını” bu kaotik noktadan ele alarak tartışmak gerekir. Edebiyatta Conrad’ın ‘Nostromo’su, ‘Karanlığın Yüreği’, E. M. Forster’ın ‘Hindistan’a Bir Geçit’ gibi romanları, sinemadaysa Francis Ford Coppola’nın “Kıyamet”i, Oliver Stone’un ‘Salvador’u gibi eserler Üçüncü Dünya’yı ve edebiyatını emperyalist bir bakış açısıyla anlatır. Üstelik bu yapıtların sahipleri bunu yaparken kendilerini bir kurtarıcı gibi göstermeye çalışır.
“Conrad’ın ‘Nostromo’daki, antiemperyalist alaycılığına böylesine çok şey borçlu olan tüm bu yapıtlarda, yine de, dünyanın önem ve anlam taşıyan eylem ve yaşam kaynağının Batı’da olduğu öne sürülür; Batı’nın temsilcileri, kıt akıllı Üçüncü Dünya konusundaki fantezilerinde ve iyilikseverliklerinde özgür gibidirler. Bu görüşe göre dünyanın uzak bölgelerinde sözü etmeye değer bir yaşam, tarih ya da kültür, Batı olmaksızın düşünmeye değer bir bağımsızlık ya da bütünlüklü bir varlık bulunmaz.”(6)
Bu açıdan bakınca, Chinue Achebe’nin, Conrad’a “Esaslı bir ırkçı”(7) demesi tesadüfi değildir. Said’in, Rüşdi’nin İngilizce yazmasını haklı gören düşüncesi de ‘Geceyarısı Çocukları’ romanının bütün bunlara bir cevap mahiyeti taşımasından kaynaklıdır. Doğu’nun gizemli, büyülü, masalsı anlatı diliyle, Batı’nın roman formu bir imkân olarak doğar, birleşir ve ‘Geceyarısı Çocukları’ gibi yeni bir roman düşüncesinin kapılarını aralar. Batı’nın 400 yıllık roman serüvenine Üçüncü Dünya edebiyatından eklemlenerek roman sanatına yeni bir pencere aralar. Said’in, Rüşdi’nin bir başka dilde yazmasını haklı gören düşüncesinin bir nedeni buyken diğer nedeni sömürgecileri değerlendirmesindeki gerçekçi tavrıdır. Rüşdi, Hint toplumunun sömürge öncesindeki durumunu, sömürge dönemini ve sonrasında bozulan, totaliterleşen zamanlarını da anlatır çünkü.
“Bugün Hindistan, bana göre, Acil Durum yıllarından bile daha karanlık bir aşamaya girdi. Kadına yönelik saldırıların korkunç tırmanışı, devletin giderek otoriterleşen karakteri, bu otoriterliğe karşı durmaya cesaret edenlerin haksız yere tutuklanması, dinsel fanatizm, tarihin Hindistan’ı bir dünya haline getirmek isteyenlerin anlatısına uydurmak için yeniden yazılması. Hindu-milliyetçi, çoğunlukçu devlet ve her şeye rağmen rejimin popülaritesi ya da daha kötüsü, belki de hepsi yüzünden, bunlar bir tür umutsuzluğu teşvik ediyor.”(8)
Bu sözleri okuyunca, sürgün hayatının bir yazar için neden bu kadar zor olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Bir yandan ‘Şeytan Ayetleri’ nedeniyle hakkında çıkarılan ölüm fetvası, bir yandan Batılı yazarlarla giriştiği hesaplaşma, diğer yandan Hindistan’ın totaliterleşen yapısını eleştirmesi. Bütün bunlar yaşadıklarının nedenini özetliyor sanki. Şüphesiz bir yazarı sadece bir eseri üzerinden tartışmak, hakkında fikir yürütmek yeterli olmayabilir, Rüşdi’nin bundan fazlası olduğu muhakkak. ‘Şeytan Ayetleri’ etrafında dönen tartışmalar, en az hakkındaki ölüm fetvası kadar önemlidir mesela, keza ‘Soytarı Şalimar’, ‘Utanç’, ‘Harun ile Öyküler Denizi’ ve diğer eserleri de öyle.
Sonuç olarak Doğulu-Müslüman-sürgün bir yazarın kendisinden ziyade eserlerini odağına alıp tartışmak, Batılı yazarlarla girdiği hesaplaşmayı anlamak, 400 yıllık bir roman geleneğine getirdiği yeniliği dikkate alarak metinlerine yaklaşmak önemli. Belki de bu sürgün yazarının New York’taki etkinlik sırasında saldırıya uğradığında aklından geçenler bunlardı.
Dipnotlar
1. Edward Said, Kış Ruhu, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, S. 28
2. https://www.theguardian.com/books/2021/apr/03/salman-rushdi-on-midnights-children-at-40-india-is-no-longer-the-counutry–of-this-novel
3. https://www.theguardian.com/books/2021/apr/03/salman-rushdi-on-midnights-children-at-40-india-is-no-longer-the-counutry–of-this-novel
4. Edward Said, Yazınsal Eleştiri, Hece Yayınları, Çev. Salih özer, S. 94
5. Laurence Sterne, Tristram Shandy Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri, YKY Yayınları, Çev. Nuran Yavuz, S.
6. Edward Said, Kültür ve Emperyalizm, Hil yayınları, Çev. Necmiye Alpay, S. 23
7. Marina MacKay, Roman Nedir? Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, Çev. Fazilet Akdoğan Özdemir, S. 269
8. https://www.theguardian.com/books/2021/apr/03/salman-rushdi-on-midnights-children-at-40-india-is-no-longer-the-counutry–of-this-novel